Semih Gümüş. Yazınsal Metnin Duygusu

Biz yazarın duygularını ya da düşüncelerini değil, okuduğumuz öykünün ya da romanın kişilerinin duygularını ve düşüncelerini merak ediyoruz, bizi onlar ilgilendiriyor.

Yazar niçin öykü ya da roman yazar? Duygularını dile getirmenin en etkin ve etkileyici yolu edebiyat olduğu için mi? Pek çok yazar adayı için böyle. Peki hangi duyguyla yazar, sorusu daha doğru olabilir. Oysa duygularını dile getirmek, yazarın çalmaması, yanından bile geçmemesi gereken kapıdır. Yola çıkarken yapılmış yanlış seçimdir bu. Öyle ya, kimdir o yazar, tanımıyoruz ki, hele beni bugüne dek hiç ilgilendirmedi.

Okuyup üstüne yazdığımız öyküler ya da romanlar duygudan mürekkep olduğu için söylemiyorum bunu. Başlangıçta bu anlayıştan çıkan genç yazarlar da edebiyatın ne olup ne olmadığı sorusunun karşılığını çok geçmeden buluyor.

Gelgelelim yazarın duygusuyla yazınsal metnin duygusunun karıştırılması var burada ve bu az buz bir sorun değil. En azından, yanlış algı. Yazar en iyi bildiklerinden, doğal olarak kişilerini ve hikâyelerini çıkardığı kendi hayatından yararlanmaya başladığında, duygularını yazdıklarına aktarmayı da doğal görüyor. Değil mi ki duyguları yazılmaya değerdir –öyle görünür ona–, onları hem yazmaktan kaçınmak için neden yoktur hem de zaten niçin yazmaya başlamıştır ki?

İçinden çıkılmaz bir kuyu. Kendi duygularının yazdıklarının doğal parçası olduğunu düşünen yazarın o sokaktan çıkması artık zorlaşmaya başlar. Böyle düşünmeyi sürdürdükçe.

Oysa yazarın kendisinin, diyelim en başta duyguları, sonra düşünceleri, dünya görüşü onundur elbette. Kimse karışamaz. Biz ne desek o, odur. Yazarın bir kişiliği, ona bağlı bir kimliği vardır vardır nasıl olsa –herhalde vardır– ama yarattığı öykü ya da roman kişilerinin kendisinden tamamıyla bağımsız, bambaşka kişiler olduğunu da unutmaması gerekir. Biz yazarın duygularını ya da düşüncelerini değil, okuduğumuz öykünün ya da romanın kişilerinin duygularını ve düşüncelerini merak ediyoruz, bizi onlar ilgilendiriyor.

 

Kurmaca kişilerin duyguları olacak elbette, bizimki kadar güçlü biçimde dile getirilerek. Onlar da bizim gibi kanlı canlı kişiler. Sahici kişiler tasarlayıp yaratan yazar, o kişilerin davranışlarına, konuşmalarına yansıyanları inandırıcı biçimde canlandıracağı gibi, duyguların kendilerini en çok gösterdiği iç dünyalara ilişkin de olgun gözlemler yapmak zorundadır. Dolayısıyla huysuz bir adamı ya da romanın başında mutluyken sonunda intihar eden bir insanı nasıl anlatacaksınız? İyi, kötü, huysuz, sinirli, dayanılmaz… gibi sözcüklerle adlandırarak mı?

Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat romanındaki kişilerin de üzüntüleri, sevgileri, çeşitli duyguları vardı ve Şemsettin Sami, yüz kırk yıl önce bile o roman kişilerinin duygularını iyi kötü nesnel bir konumda kalarak, psikolojik derinlikleri içinde vermeye çalışmışken, bugün yazarın kendi duygularını yarattığı kişilerin duygularına karıştırması tuhaf sayılır.

Halit Ziya Uşaklıgil de Aşk-ı Memnu romanında kişilerin ruhsal derinliklerine girerken gerçek hayata dönük sonuçlar çıkarılmasını amaçlamıştı. Bu arada herhangi bir kişide Halit Ziya’nın kendi ruh durumunu aktarmaya çalıştığı da görülmez.

Oysa çoğu kez psikolojik romanlar yazdığı için ayrı bir yere konan Peyami Safa, tam tersine, kendi –duygularını değilse de– düşüncelerini aktarmak için kullanınca, kişilerini de yazdıklarını da bozmuştur. Ben öteden beri Peyami Safa’nın niçin abartıldığını anlamadım. Yeniden okumayı denedim, olmadı. Bugünün okuru Peyami Safa’nın bizim edebiyatımızın bugün ulaştığı düzeyin gerisinde olduğunu, hatta bana kalırsa okunması zor romanlar yazdığını görebilir. Berna Moran da bazı ruh durumlarını çözümlemekte gösterdiği başarısını belirtirken Peyami Safa’nın bu eksikliğini de saptar: “Fakat romanlarında ciddi, toplumsal sorunları işlemek isteği sonucu, başlangıçta Batı-Doğu sorununu basit kişiliklerde somutlaştırarak ortaya koymaya çalışması ve giderek bu sorunu daha soyut bir düzeyde çözümlemeye yönelmesi romancılığını güçlendireceği yerde baltalamış ve zamanla düşünür yanının sanatçı yanını ezmesine yol açmıştır.”

Başkalarının dünyasına nasıl karışamıyorsak, yarattığımız kişilerin dünyasına da karışamayız.

Başlangıç zamanlarının kaygısı çoğu kez budur. Düşünüyorum, öyleyse yazdıklarımda varım. Bu da yazarın kendisiyle kurmaca kişileri arasında ister istemez özdeşlik kurmasına neden olur ya da kendi yarattığı kişileri kötüye kullanmaya başlar yazar.

Çok bilindiği için, Flaubert’in “Madame Bovary benim” sözünü anmak istemiyorum ama onun bu sözünün, roman kahramanım benim gibi duyar ve düşünür demekle ilgisi yoktu. Flaubert edebiyat ile gerçek arasındaki ilişkiyi merak edenlere bir küçük ders veriyor, edebiyatın da gerçek kadar gerçek olduğunu anlatıyordu.

Yazarın kurmaca kişilerini sahici insanlar gibi görmesi, o denli inandırıcı kişilikler yaratması, oysa onları kendisinden de bağımsız, özgür kişilikler olarak görmesine neden olmalı. Başkalarının dünyasına nasıl karışamıyorsak, yarattığımız kişilerin dünyasına da karışamayız. Herkes – kurmaca kişiler de– kendi hayatını yaşar ve bunu yapabildikçe bireylik, canlılık, sahicilik, inandırıcılık kazanır.

Kişi yaratmak, edebiyat metinlerinin üstesinden gelinmesi elbette en zor alanlarından. Ne görüntüden ne de elle tutulur şeylerden yararlanarak gerçek insanlar yaratıyorsunuz. Yalnızca ele avuca gelmeyen sözcüklerle yoktan var ediyorsunuz. Dile kolay ama tek tek sözcüklerden insanlar yaratmak gerçekten çetin iş. Bunun çeşitli yolları var elbette, bu yollar yazınsal dilin ve kurmaca biçimlerin olanaklarından çıkıyor. Kişilerin davranışlarına ve konuşmalarına dayanmak, benim bildiğim, kişi yaratma sürecinin önünü en iyi açan yazı tekniği.

Tanpınar da Huzur’da Mümtaz ile Nuran’da iki önemli roman kişisi yarattı ve en iyi kullandığı tekniklerden biri, iki kişinin aklından geçirdikleriyle kendilerini olduğu kadar ötekini de anlatmalarıydı. Tanpınar’ın kendi duygularını yazdıklarına karıştırmadığını da belirtmeye gerek var mı? Bu arada Huzur’da kişilerin nasıl yaratıldığını görmek için, onların kendi dışlarındaki mekânlar, atmosfer, eşya, nesneler karşısındaki konumlarından nasıl yararlanıldığına da bakmak gerekir.

Tanpınar bu sorunlar üstüne düşünen bir romancıydı. Huzur’da bir yerde, Mümtaz’ın sıkıntılı haline karşı Suad’ın, “Bırak bu mânâsız benzetmeleri… Bir şeyi öbürüne benzetmeden konuşamaz mısın?” dediği aktarılır ki, yalnızca Suad’ın düşünme biçimini belirtmek için vermişse bile bu sözleri yazar, bir kurmaca dersi olarak okumalıyız.

Bunu Tanpınar da anlatmak istemiş olabilir: Anlatı boyunca durumu, duyguyu, kişilik özelliğini, davranışı, düşünceyi anlatan sözleri sürekli benzetmelerle, sıfatlarla ve başka sözlerle güçlendirerek vermek, sonunda yapay, süslü, abartılı, özentili bir dil çıkarır ortaya. Ki bu yanlışa başlangıçta sık düşülür.

Çok kişili romanlar, yazanlar için çok öğreticidir. Mithat Cemal Kuntay’ın, roman sanatımızın özel ve önemli romanlarından Üç İstanbul’unun meraklılarınca bu açıdan da okunması gerekir. Hem romanın başından sonuna gitgide daha çok özelliğiyle ortaya çıkan, bu arada değişen asıl kişiler –Adnan ve Belkıs– hem onların yanı sıra romana girip çıkan yan kişiler, kişilerin romanda nasıl yer aldığını gösterir ki, iyi bir sınama olanağı sunarlar. (Üç İstanbul’u kendimiz yazıyormuşuz gibi okumak da öğreticidir.) Öncelikle iyi bir gözlemci yazar var karşımızda, dolayısıyla gözlemlerini nasıl kullandığına bakılabilir. Bu arada gözlemlerindeki ayrıntıları da abartmış mıdır Mithat Cemal Kuntay – belki ama bunları da ayırt eden okumalar nasıl olsa yapılır.

Peki, ille de duygularımı ve düşüncelerimi yazdıklarıma yansıtmak istiyorum, mu diyor yazar adayı. Bunun için kaygılanmaya gerek yok. Onları siz yazıyorsunuz ve siz isteseniz de istemeseniz de, duygularınız ve düşünceleriniz yazdıklarınıza sızacaktır, başkasının oraya girmesi olanaksızdır zaten. Daha çok çaba göstermek, yazılanı bozmaya başlar.

İstinad: Anasayfa – Oggito

Müəllif hüquqları qorunur. Materialdan istifadə zamanı istinad etmək vacibdir.

Bir cavab yazın

Sizin e-poçt ünvanınız dərc edilməyəcəkdir.

Next Post

İlqar Fəhmi yaradıcılığının tədqiq olunduğu elmi işin müdafiəsi

Ç İyn 22 , 2022
    20.06.2022 – ci il tarixində Xəzər Universitetinin Dillər və Ədəbiyyatları departamentinin “Azərbaycan Ədəbiyyatı” ixtisası üzrə magistrantı Ləman Məmmədovanın “İlqar Fəhmi yaradıcılığında mövzu, janr, üslub problemləri” mövzusunda müdafiəsi keçirilmişdir. Tədqiqat işinin elmi rəhbəri Dillər və Ədəbiyyatlar departamentinin müdiri  dos. Dilbər Zeynalova, rəyçilər  departamentin müəllimləri  dos. Xatirə Yusifova, f.ü.f.d. Gülşanə […]